Özgürlük Üzerine…

“Peki, şöyle sorayım, The Secret Life Of Walter Mitty mi, yoksa Interstellar mı?”

“Niye bu ikisi?”

“Bilmem ikisini de seviyorum. İkisi de başka bir dünyayı keşfetmekle ilgili. İkisine de Imdb’de sekiz verdim.”

“Ciddi misin?”

“Evet, niye ki?”

“Ben de çünkü ikisine de sekiz verdim.”

“Atıyorsun?!”

İlgisini kaybetti ve susuyor. Çünkü muhtemelen bir saattir onunla bir ortak nokta bulmaya çalıştığımı ve bunu uydurduğumu düşünüyor.

“Ciddiyim, gel bakalım.”

“İnandırıcı değil. Nerden hatırlayacaksın ki kaç verdiğini?”

“Çünkü iç sesimle aramızda geçen ciddi bir tartışmanın konusuydu bu.”

“Bir filme hangi skoru vereceğine karar vermek için kendi kendine mi konuşuyorsun?”

“İç sesimle! Kendi kendime değil…”

“A evet. Fight Club’taki gibi…”

Öyleyim biliyorum… İç sesimle film konuşuyorum.

Sekiz, neredeyse en iyi skorum. Çünkü dokuz tarihin en iyi filmlerinden biri demek. On’u ise göreceğim en iyi filme saklıyorum.

Ve bu benim normalim, neden gizleme ihtiyacı duyayım? Nasıl düşünüyorsam bunu söyleyebilirim. Dünya, düşündüğünü söylemeyen insanlar yüzünden, olması gerekenden daha karmaşık değil mi?

“Tamam, hangisi?”

“İkisine de aynı skoru verdiğim için seçmek zor.”

Gülümsemesi kahkahalara dönüşüyor.

“Ne dedim şimdi?”

“Yok bir şey demedin. Bir an şeyi düşündüm… Acaba şimdi iç sesinle bu konuda tartıştınız mı?”

Benim suratım sertleşiyor. Öyle olur, özel bir şeyi paylaştığımda dalga geçilmekten hoşlanmam.

“Tamam, özür dilerim, sadece şakaydı. Anlat lütfen, hangisi?”

“Peki… İkisi de keşfe çıkmakla ilgili, doğru. Ama birinde insanlık adına bir keşfe çıkıyor adam, diğerinde kendi sıkıcı hayatından kafasını kaldırıp keşfe çıkıyor. Ben gerçekten ikisini de sevdim. Interstellar’da daha çok heyecanlanmıştım, çünkü daha büyük bir amacı anlatıyor. Hatta insanlıktan daha büyük, zamanın ötesinde, biraz tanrıcılık… Ama Walter Mitty’yle daha çok empati kurdum, çünkü aslında uzakların çok yakın olduğunu, günlük rutininden kafanı kaldırdığında kendi potansiyelini gerçekleştirebilececeğini anlatıyor. ”

Herkes gibi ben de, gerçekleştiremediğim büyük bir potansiyele sahip olduğuma inanıyorum. Çağın hastalığı bu. Millenial hastalığı yani… 70’lerde, 80’lerde falan doğduysanız… Ya da daha sonra… Hem haketmediğiniz bir umutla içinizi dolduran, hem de sapına kadar hakettiğiniz bir amaç arayışına sebep olan bir his. Kendinden büyük bir amaç… Henüz bilmediğin bir amaç… Mesela terfi etmek gibi olmayan, büyük bir network ajansının Kreatif Başkanı olmak gibi olmayan, Cannes Grand Prix’i kazanmak gibi olmayan, ülkenin en güzel ünlüsünün size aşık olması gibi olmayan… Ne kadar erişilemez olsa da hayal edebileceğiniz gibi olmayan bir amaç…

Neden? Çünkü hayal etmek insana kendini yargılamasına sebep olabilecek sorumluluklar yükler.

Biz hayal etmek istemiyoruz, ‘Hayal edememek istiyoruz!’.

“Yani hangisi?”

“Walter Mitty.”

Susuyor, ciddileşiyor, gözlerini gözlerime dikiyor. Gözlerini anlatamıyorum. Bana böyle baktığı ilk an… O anı unutamıyorum. Ama o anı görsel olarak kafamda canlandıramıyorum da… O an her şey büyük bir boşlukta uzun uzun süzülmüş. O boşluk elini göğsüme koymuş, parmakları içerde daha önce kimsenin okşayamadığı bir acıya dokunmuş… Kulaklarımdan ılık ılık bir ses akmış, renk renk olup ensemi okşamış… Ellerim soğumuş, gözleri ellerimden tutmuş. Ellerim ve gözleri düşmeye başlamışlar. Sıcak kumsal gibi akan bir karanlıkta uzun uzun yol almışlar…  Tüm sesler susmuş, kalp atışlarım boğazıma sarılmış… Nefessiz kalmışım…

Sesiyle gözümde renkler patlayan kadar…

“Seni kim hapsetti o kafese çocuk?”