Aşık Olmak Üzerine…

Bazen kendimize dair susmak istediğimizde,
başkaları gibi konuşuruz.

Ertesi gün yürürken ayakkabında alışık olmadığın bir huzursuzluktur. Ve nerede, ne zaman, nasıl çarptığını hatırlamazsın. Farkettiğinde sadece bir isim gelir aklına. Bir çift göz, bir surat… Aklının asılı kaldığı bir gülümseyiş…

İlk aşık olduğum anı hatırlamıyorum. Aklımda kalan zamansız anılar var. Bölünmüş zamanlardan…

Dört yaşında falandım ve o zamana kadar hiçbir şeye, onun komşunun oğluyla birlikte gizli bir yere piknik yapmaya gittiği kadar kızmamıştım. Karşı cinse ilgi duyduğunu anlamadan önce, onun başkasına ilgi duymasına sinirlenmeyi öğrenmek…

Beş yaşından on yaşına kadar öğrendiklerinden fazlasını öğrenmiyorsun. Oraya kadar kendine, sevdiklerine, istediklerine dair her şey bitiyor. Sonrası sadece teknik konularla dolu. Nasıl yaparımlar, deneme yanılmalar ve bolca biriktirme.

Biriktirdiğin şeylerin hissettiklerinle hiçbir ilgisi yok. Ruhunun üstünde taşıdığın toz topraktan başka bir şey değil. “Bildiklerim, hatalarımdan öğrendiklerimden ibaret” diyen birine güvenemezsin. Onun bile kendine güvenmemesi gerekir. Yedi yaşından kendine bir şey saklamadıysan, kendine bile bile yabancı kalırsın.

Bazı şehirler asla senin olmaz. İstediğin kadar sokakları yaşadığın hatıralarla dolu olsun, yaşamayı hayal ettiklerin orada değilse, “Burası benim…” ile başlayan bir cümle kuramazsın.

Bazıları ise ev sahibin olamaz; ama senindir…

Otuz beş yaşıma geçen ay bastım. Hayatımın en mutlu doğum günü olacağını umduğum gün baştan sona bir hayal kırıklığıydı.

Özgür olduğuma inanırken, aslında sevdiğim tek şeyin yokluğunun sevebileceğim her şeye karşı gözlerimi kör ettiğini farkettim. Son beş yıldır tüm doğumgünlerim, Mersin’in küçük süprizleriyle kutlanıyordu. O yokken, en sevdiğim arkadaşlarımla dolan evimde bile karanlık bir sokaktaki kadar yalnız ve korku dolu hissettim.

İşte o gün, evimin salonunda 7 yaşımdaki bendim. Tek bir kelime konuşmadığımız halde hayatımın aşkı olan komşumuzun başka bir yere taşındığı gün gibiydi. İstanbul’da yaşamaya o gün son vermiştim. Hayallerimin taşındığı şehir, en sevdiğim şehirdi.

Hayalim ona sahip olmak değildi. Evlenmek ve çocuklarımızın olması değildi. Hayalim, onun gizli pikniklerinde yanındaki çocuk olmak da değildi.

Ben bir astronotmuşum… Uzay gemim onun gezegenine düşmüş. Yaralıyken beni kurtarıp yaralarımı sarmış. Ve bir gün ben uyurken saçlarımı okşamış. Uyandığımı ona farkettirmemişim; saçlarımda dolaşan parmaklarının keyfiyle acılarımdan sıyrılmışım. Birden durmuş, yavaşça dudaklarıma utangaç bir öpücük kondurmuş. Sonra utancından heyecanla koşarak kaçmış…

Küçük prensin hiç aşık olacağı birinin gezegenine düşmemesi ne kadar garip…

Pencereden denizi izlerken Nusret balkona gelip düşüncelerimi bölüyor:

“Kanka iyimisin, dalmışsın?”

“Yok ya aklıma bir şeyler geldi.”

“Doğum günün, çıkmış burda uzaklara dalıyorsun… Biraz tadını çıkarsana…”

Gülümseyip omuz silkiyorum… Bu, ‘Şu an burada değilim’ demek.

Orada değilsem, ya hiçbir şeyi duymuyor kulaklarım, ya da manik bir ruh haliyle olmak istediğim bir film yıldızı gibi eğlenir bir halde sohbetten sohbete dalıyorum. Aslında yine hiç kimseyi dinlemiyorum, bu sefer kendimi bile… Düşünmek istediklerimi kendimden bile saklayacak konularda konuşuyorum.

En mutsuz olduğum anda en mutlu görünüyorum. 7 yaşımdaki gibi…

“Bu iktidarın kendilerinin bile hayal edemediği bir çoğunlukla anayasa yapar hale gelmesinden korkanlar, aslında milletçe yüz yıldır uzlaşamadığımız kendimizle yüzleşmekten korkuyor. Bak düşün ki mezarlığın yanında geçerken Fatiha okuyan, ama ulu önder dediği adamın arkasından dua edemeyen bir milletiz. Çünkü niye? Sekülerliği bile bir düşünce olarak benimseyemiyoruz. O bile bir inanç meselesi olmuş. Dua edersek laiklik simgesi olan adama ihanet etmiş hissedeceğiz kendimizi. Sen ölen dedenin ölüm yıl dönümünde dua etmiyor musun?”

“Mevlüt okutuyoruz, bizde aile geleneği.”

“Cumhuriyetinin kurucu önderinin arkasından hiç dua ettin mi? Edemezsin. Çünkü vicdanınla düşüncelerini bir araya getirmek yüz yıldır kimsenin düşünemediği bir tabu bizde!”

Böyle ahkam kesen nutuklar atmayı seviyorum. Kimsenin düşünmediği bir şeyi gündeme getirirsen çünkü kimsenin söyleyecek sözü olmuyor. Kendini entellektüel sanan ama en büyük tabusu düşünmek olan bir ülkede yaşıyoruz. Ve orada, iyi hissetmenin yolu ilk kez duydukları bir şeye, yüzüne ışık tuttuğunda dona kalaan tavşan gibi hayranlıkla bakmaları. Bu insan bilincindeki boşluklardan sadece biri. Mantıklı bir önermeyi ilk kez duyduğunda, ona inanırsın.

Köşede kahkahalarla Yeliz’in yeni saç modelini konuşan Hakan’ların yanına gidiyorum.

“Kızıl mı şimdi bu?”

Olmamış çünkü. Hayalindeki kadın olduğunu sanıyor, ama koyu kahveden kızıla döndüremediği saçıyla seksi olmaktan çok peruklu bir konsomatriste benzemiş.

“Ya sen de yapma Allaşkına!”

Eşi Sinan kolumdan tutuyor “Kızıl seviyorum dedim, bizimki renk körü çıktı!” … Kahkahalar yükseliyor … “İyi ki sarı demedim, maviye falan boyatsa napıcaz?” … bir dalga daha kahkaha…

“Bi dahaki doğum günüme kadar kendi doğal rengine dönmesini umuyorum… Yoksa sizin yerinize sulukule’den arkadaşlarımı çağırıcam!” … Bir kat daha yükselen kahkahalar… Her anlamsız cümlede bir kat daha.. Bir kat daha…

İçecek bir şey almaya mutfağa giderken Nusret peşimden geliyor, “Kanka dur mojito yapiym sana?”

“Şu kız” diyorum, “çağırmadığıma iyi ettim di mi ?”

“Geçenki kız mı?”

“Ayşe…”

“Abi bi dur, şimdi bu kadar arkadaşının içine ne diye sokacaksın?”

“Yok tabi… Fotoğrafları falan görücek ya, niye çağırmadın diyecek muhtemelen…”

“Bence demez… Derse de zaten onla senin işin olmaz. Otuz senedir tanıyorsam seni bir daha aramazsın.”

“Ne otuzu lan? Beş yaşında mı tanıştık biz?”

“E oldu baya, Michael Jackson falan vardı işte…”

Kahkahalar!

Mersin olsaydı şimdi, bütün gece tek elimle vedalaşırdım gidenlerle… Bir elim belinde, onun gülüşüne yakışan bir gülümsemeyle “Dikkatli gidin, varınca mesaj atın.” derdim.

“Haftaya bize gelin?” diyenlere, “Tamam canım, salı işimiz var, çarşamba müsaitseniz geliriz.” derdi.

Ben geleceğe dair plan yapmayı sevmediğim için hep çok meşgul görünen programım hakkında bir şey söyleyemeyeceğimden gülümser ve söze karışmazdım.

Sırf bunları düşünmemek için, “Kaliym mi ben kanka? Laflarız biraz” diyen Nusrete, “Kal kanka, biraz konuşsak iyi olur” dedim.

“Sen mesela Beril’le de böyleydin. İlk başını hatırlıyorum, müthiş aşık, Beril de Beril… Bir ay geçti kaçacak yer arıyodun…”

“Beril’i açma bi kere. Haklısın tamam; ama ondan ben ayrılmadım.”

“Kimden sen ayrıldın ki zaten!”

“Mersin’den…”

Onun adı geçince susuyoruz. Çünkü hep artık içime atmaya dayanamadığım bir anda geçiyor. Sonra söyleyecek birşey bulamıyorum. Kimse de bir şey bulmamı istemiyor. Hızlıca konuyu kapatıp unutuyoruz.

“Şu kız… Ayşe miydi? Beyaz tenli, siyah saçlı di mi?”

“Yani öyle gibi evet.”

“Nasıl biliyorum adamımı!”

“Ne alaka o?”

“Abi ilk görüşte aşık oldum diyorsan budur. Beyaz tenli, siyah saçlı. Tam anlatamıycam ama öyle bir tip var, senin dayanamadığın…”

“O niye o?”

“Zehra’yı düşün… Sarışın… İlk gördüğünde yüzüne bakmamıştın. Hande? Sarışın. Kızla beş kere tanıştınız, sen tanıştığınızı bile hatırlamıyordun…”

Aşık olmak, sörf gibi… Bazen iyi bir dalgayı yaklayana kadar onlarcasının geçmesini beklersin, sıkılırsın, umutsuzluğa kapılırsın. Ama bazen ilk gelen dalgada kendini bir tünelde bulursun…

“Evet, saçları hafif dalgalı…”

“Ama düzleştirmesini isteyeceksin!”

“Ya bi git!…”

Özgürlük Üzerine →